Bulamadım


Saçlarıma ak düştü sana ad bulamadım
Gönüle uçmak düştü bir kanat bulamadım
Sevgim taştı çağladı, yüreğimi dağladı
Gönül coştu ağladı bir şevkat bulamadım

Daldım sevgi seline düştüm gönül eline
Bu sevginin diline bir lügat bulamadım
Dil döktüm bülbül gibi, soldum pembe gül gibi
Çağlayan gönül gibi bir feryat bulamadım

2015

Arıyorum…


Arıyorum… ama neyi ?
Ne aradığımı ya da ne bulacağımı bilmeksizin arıyorum.
Bir şeyler var ki çokça eksikliğini hissediyorum,
Bir şey noksan fakat ne ? Hal böyle iken nereye gidiyoruz ?
Ruhumun iki yanına koşuyorum, bir yanı okyanus bir yanı sahra,
Bu arayış ne zaman başladı ne zaman biter bilmiyorum.
Neden hayat böyle geçmekte ?

Zamansız ve mekansız bir evrende, inanılacak tek şey aramak iken,
Ararken bulunan şeye inanarak dört elle sarılmak,
Başka çaresi olmayışın bir yankısı gibi,
Denize düşenin yılana sarılmasına benzemese keşke,
Elimizden gitse, temeli sarsılmış evler gibi yıkılacağız ,
Bunca yıl biriktirdiğimiz doğruların elimizden kayması,
Yıldız kayması gibi de olmaz kesin, hayal kırıklığı ve belirsizlik,
Yılanı koynumuzda beslemeyi seçtiğimizi kim söyleyecek bize.
Korktuğumuz için inandığımız şeylerin bizi mutlu ettiğine,
Öyle sımsıkı inandırmışız ki kendimizi,
Bizi bu rüyadan kim uyandırabilir.

Sanki inanmayı arıyor insan ne dersin,
Tamamlandığı o duygu’yu arıyor.
Özünü dolduran,
Yaşamını anlamlı kıldığına inandığı o ‘şey’i arıyor.
Kimi bir kişiye inanıyor, kimi kendine, kimi yolculuğa,
Kimi Tanrı’ya, kimi var’lığa, kimi hiç’liye,
Dar bir inanç ekseninde yiyerek, içerek, uyuyarak ve çoğalarak,
Kader diyerek her an’ına yaşamın,
Ne güzel iş çıkardım edasıyla ölüp gidenler de var tabi,
Tatmin olmuş duygular ve mutlulukla.
Elimizden başka ne gelir ki ,
Kader deyip geçmekten başka ne avuntumuz olabilir zaten ?

Belki de dünya kimisi için başka bir gezegenin cehennemidir.
Bana sorarsan feraset gittiğin yönde değil, geldiğin yöndedir.
Arkada bıraktığın ayak izlerinde,
Rüzgarın baştan çıkartıcı ince sesine aldanıp da savrulma,
Bu kadar muamma iken yaşam süreci; ne aranır ne de bulunur.

Muamma


Karamsar mıyım gerçekten de ?
İyimserliğe inat, hep rüzgara karşı durmuş, şikayet mi etmişim acep ?
Hiç mi akıl etmedim yelken açmayı sonsuzluğa,
Şu imansız rüzgarı da arkama alıp, okyanuslar aşmam işten bile değildi o zaman

Ama akıllı olsaydım, ama gerçek olsaydım, korkmazdım hiç geleceğimden…

Eksik, tam görünür mü?


Eksik ise bir yanı insanın, her şeye tam yeter mi ?
Yoksullukla vakti geçer mi, üzütüyle bayram eder mi ?
Uçurumdan atsa kendini, düşerken düşünür ; acaba ölmesem mi ?
Bir Eylül ayında, günün bir vaktinde, sükut ile 'keşke' diyecek mi ?

Keşke ; keşkeler de bir parçası hayat yolculuğunun,
Eksik kararlarımın, yarım niyetlerimin, yanlış hecelerimin,  
Toplamına eşitim, 
Bir eder beni. tam eder.


Güneşe Kızmış, Gece Olmuşum


Olduğum gibi görebilirler mi beni, dert bela kemendini atmak için boynuma,
Farklı değilim aslında, güneşe kızmış, gece olmuşum, suya küsmüş toprak, 
Her şey bende, raz-ı geçer de dilimden ifşası eksilmez ruhumun,
Kimim ben, neyim, yürüyen de ben, biraz sonra duracak olan da.

Gönül yorgunluğunu bilen söylesin, çırpınıp durdukça bulanan nehir suyu misali,
Kalpte korkularım var , bitmeyen duygularım, yetmeyen uykularım,
Bir ömür öncesinde yaşarken, yaşıyorum zamanın içinde, an'ın bir saat ertesinde,
Güneşe kızmış, gece olmuşum, herkes ışığında iken avlunun ben gölgesinde durmuşum.






Yerel Yönetimler ve %100 Demokrasi


Her yerel yönetim birimi, bir mini Türkiye’dir. O halde yerelden genele gelişim metodu ile ademi merkeziyetçiliğin önünü açacak hamleler yapılmalıdır. 31 mart 2019 son yerel seçimlerinden sonra artık herkes görmeye ve anlamaya başladı ki, ne özel hayatımız, ne de yönetimsel hayatımız hiç birinin gerçek bir dayanak noktası yokmuş. Halk, partiler, hükümet temelsiz, köksüz, bütünüyle başıboş bir hayat yaşıyorlar. ülkemizin ihtiyacı olan şey; Adem-i Merkeziyetçilik. İnsan merkezli yerel demokrasidir. Bunun reçetesini de sırasıyla paylaşacağız. Adına milli seferberlik mi dersiniz, yerele inme mi ? Ne derseniz diyin, dermanımız “önce insan” diyebilmekte yatıyor

Yerel Yönetimlerde karar vericiler, kentlerin planlanmasını rant için değil, insanca yaşanacak, doğayla ve kültürel ve tarihsel varlıklarla uyumlu, nüfus değişimine ve imkanı olmayanların hak kaybına yol açmayacak şekilde kamu eliyle yürütür. Kültürel varlıkları ve doğayı korur, gönüllü kuruluşların ve kitle örgütlerinin kültürel, sanatsal, sosyal çalışmalarını destekler, ortak çalışmalar yürütür.

Sağlıklı ve ucuz gıdaya halkın erişimi için fiyat ve sağlık denetimleri yapar, üretici ile tüketici arasındaki kopukluğu gideren kooperatif, doğrudan satış, tanzim satış gibi modeller organize eder. Kooperatifleri destekler. Tarımsal arazileri korur ve üretimini organize eder, gıda ve tarım tekelleri karşısında küçük üreticileri destekler.

Taşeronlaştırma sistemine son verip hizmet üretimini kendi bünyesinde daha nitelikli ve ucuz olmasını sağlarken, sermayeye giden karı işçilerin gelirinin arttırılmasında değerlendirir. İstihdam olanaklarını yaratmakta kullanır. Ulaşım, enerji, barınma, ekmek, su vb temel yaşamsal ihtiyaç ve hizmetleri yoksulları gözeten çapraz fiyatlandırma ve destekleme yöntemiyle ya da ücretsiz olarak halka ulaştırır ve kar amacı gütmez.

Kentler büyük nüfusların kaynaştığı, barış içinde ve eşit hak ve olanaklara sahip olarak bir arada yaşadığı mekanlar olmalıdır. Yerel yönetimler kentin düzenlenişinde bunu göz önünde bulundurarak kültürel alan dahil eşitlikçi politikalar geliştirip etnik, dinsel ve cinsiyet temelli ayrımcılığa karşı mücadele eder. Bir zamanların “özgürlük” mekanı olarak tanımlanan kentler artık asosyalliği, bireyciliği dayatmakta, “hasta edici” hale gelmiş, insani, estetik değerlerini yitirmiş durumdadır. Demokratik yerel yönetim meydanlar, koruluklar, parklar, kentlilerin ortak kullanım alanları çoğaltılarak kentte ortak yaşam, dayanışma ve siyasal özgürlük bilincinin yaratılması için çalışır. Kentlerin betonlaşmasına karşı, kentlilerin yeniden doğayla buluşabileceği planlamalar yapar, sokak hayvanlarının kent yaşamının insanlarla birlikte bir parçası olduğu bilinciyle düzenlemeler yapar.

Kentlerin spor, sanat, kültür politikaları, imarı vb her türlü planlamasında kadınlar, engelliler, yaşlılar, çocuklar ve gençler için özel, onların ihtiyaç ve taleplerine uygun politikalar geliştirir ve hayata geçirir. Kadınların toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle bakmakla sorumlu tutulduğu çocuk, hasta, yaşlı bakımının ve ev işlerinin toplumsallaştırılması için kreş, bakım evleri, yemekhaneler; erkek şiddeti karşısında kadınların güvende olacağı ve yaşamı kurmak için onları güçlendiren sığınma evleri, danışma ve destek birimleri; kadınların ve çocukların önleyici sağlık hizmetlerine erişmesini kolaylaştırmak için yaygın önleyici sağlık hizmeti veren birimler açar. Kentlerde oluşan kentsel rantın, vergilendirme gibi çeşitli yöntemlerle tekrar topluma kazandırılmasını sağlar. Haksız zenginleşmeye neden olan spekülasyonlara ve rantiyeye izin vermez, kentsel topraklar üzerinde spekülasyona son vermek amacıyla tedbirler alır.

Demokratik yerel yönetim anlayışında mahalle temsilcilerinden başlayarak, mahalle ve kent düzeyine ulaşan meclisler kurulup yerel yönetimin bir parçası haline getirilerek halkın söz, yetki, karar sahibi olduğu bir işleyişle belediyeler ve kentler yönetilir. Halkla ve kentin örgütlü güçleriyle birlikte çalışan ve hesap veren-şeffaf bir belediyecilik uygulanır. Örgütlü bir toplum yapısı, halk örgütlülüğüne dayanan yerel yönetim yapısı oluşturmaya çalışır. Belediye yönetim mekanizmalarında yer alacak adayların belirlenmesinde adayların demokratik yerel yönetim programının adayı olması ve bu programı hayata geçirmek üzere halkla birlikte hareket etmesi, güvenilirlik, hiçbir belediye olanağını, ilişkisini kişisel çıkarları için kullanmayacak olması esas alınır.

Kadınların yerel yönetimlerde etkin olmasını, eşit temsilini esas alır, bu konudaki piyasacı-ticari kriterleri reddeder. Uzun yıllara dayalı ayrımcı politikaların yarattığı negatif sonuçları giderecek programlar planlamak, hayata geçirmek, kadınların öz örgütlülüğünü yaratmak, kadın dayanışmasını ve özneleşmesini büyütmek amacıyla ayrıca kadın meclisleri örgütlenir.

Engellilerin gerek yerel yönetimlerde temsili gerekse de ayrıca engelli hakları meclisi olarak örgütlenmesini esas alır. Basının tekelleşmesine ve iktidarın sesi haline dönüşmesine karşı halkın haber alma hakkını esas alan alternatif medya çalışmaları yürütür ve bağımsız medya çalışmalarını destekler. Halkın muhtarları, sarayın mahalledeki sesi değil halkın taleplerini, halkla birlikte her yerde savunan ve onun için harekete geçen muhtarlardır.

Öğretileme-Endoktrinasyon-Toplum Mühendisliği


Bir Toplum Yaratmak

Toplum mühendisliği sosyolojinin, antropolojinin ve siyaset felsefesinin inceleme ve araştırma alanına giren bir kavramdır. Toplum Mühendisliği kavramı , devlet iktidarlarının veya özel gruplarca toplumun geniş bir bölümünün tavır ve sosyal davranışlarına doğrudan ve ya dolaylı etki sağlayacak çabalardır. Mantık yürüterek bütün realitenin algılanabileceği ve negatif yönlerin pozitivize edilebileceği fikrine dayanır.

Önemli bir örnek olarak; ABD’nin Irak’ta yapmayı başardığı iktidar değişikliğinden hemen sonra başladığı toplumsak dönüşüm çalışmaları toplumsal mühendisliğin ilgi alanıdır. Tabi bu çalışmaların bir de ön hazırlığı olması gerekiyor. Önce onları bir şeyin eksikliğine inandırmalı ve sonrasında bu eksikliğin giderilmesi fikrini yaymalısınız. Irak için bu eksiklik “özgürlük ve demokrasi” ile bulundu. Fakat Irak ABD’nin ustalık eseri değildi. Ön hazırlıkları çok yetersiz kaldı ve apar topar fiziki müdahaleye başlandı. Doğal olarak bu ilk başlarda yoğun karşı direnişler de buldu. Fakat sonuç olarak gelinen aşamada yeni iktidarın ABD yanlısı tutumları, projenin uygulanması için uygun koşulları yaratmış oldu.

Endoktrinasyon, bir kişiye veya bit gruba görüş, düşünce ya da fikir aşılamadır. Başka bir deyişle kişilere istenilen davranışların ve inanışların, onların kişisel düşüncelerini yok sayacak ve mantıklı karar verme yeteneklerini yok edecek tarzda empoze edilmesidir.

Doktrin (öğreti) kelimesinden türetilmiştir. Kullanım şekli endoktrine etme olarak geçer. En bilinen kullanımı ise, “belli bir doktrinin (öğretinin) mutlak bir doğru olduğu varsayılarak, dogma haline getirilerek ve eleştiri hakkının olmadığı koşullarda dikte edilmesi” şeklindedir.

Victor Hugo konu hakkında Gülen Adam kitabında bazı betimlemelerde bulunmuş ve meseleye değinmiştir. Esasında meseleye bir nevi kitlesel eğitim olarak bakabiliriz. Yani bu biraz sığ bir tanım oldu fakat şöyle düşünebilirsiniz: çocukların eğitim adına tek tip yetiştirilmesi bir endoktrinasyondur. Hitler’de Kavgam kitabında bu meseleye değinmiş. Esasen bu örnek biraz kavramın içeriği hakkında ufuk açıyor.

O dönem görevli öğretmenlerin neredeyse tamamı Nazi Öğretmenler Birliği’ne üyeydi ve yarısına yakını okula nazi üniforması ile geliyordu. Çocuklar sabah öğretmenleri nazi selamı ve ‘heil hitler’ ile karşılıyordu. Okullarda tamamen Yahudi karşıtlığı başta olmak üzere genel bir ırkçılık, sade alman tarihi ve üstün ırk teorileri anlatılıyordu.

Totaliter rejimlerin bulunduğu her ülkede hali hazırda bunlara benzer uygulamalar yapılıyor. Endoktrine edilmiş topluluklar, kendileri gibi düşünmeyen yani sorgulayan ve eleştiren kişileri vatan hainliği ile suçlar ve cezalandırılmalarında (hukuki veya gayrihukuki yollarla) bir beis görmezler.

Tarihte birçok katliamın arkasında totaliter bir rejim ve onun endoktrine ettiği-beynini yıkadığı bir toplum vardır. Bütün toplumsal kuralları, yaşam tarzlarını, eğitimi, yazılı ve görsel medyayı, yasaları, devlet kurumlarını ve daha birçok alanı kendi doktrinlerine uygun şekilde revize ederler. Bu revizyonlar çok ağır tahribatlara yol açar. Çağımızda endoktrinasyonun en büyük düşmanı internet yani sosyal medyadır. Hangi ülkelerde endoktrinasyon uygulanıyor? Sorusunun cevabını internet sansürünün en fazla olduğu ülkeler listesinde bulabilirsiniz

Demokrasi Kavramına Uzak(doğu)dan Bakış


Dünyada ilk demokrasi hareketleri M.Ö. 4ncü yüzyılda Avrupa merkezli olarak ortaya çıkmıştır. Atina’ daki  şehir devlet yapılanmaları kadim Yunan Uygarlığında (Helenizm) yönetme ve örgütlenme şekilleri bakımından günümüz demokrasi esaslarına benzer şekiller görülmüştür.

Demokrasi, ilk olarak meclisler kurulup, fikir alışverişinde bulunulmaya yaramıştır. İlerleyen zamanlarda ise bu meclisler vasıtasıyla köleler, polis teşkilatları, kadınlar ve çocukların bir hak arama mücadelesi içine girmeleri sağlanmıştır.

Daha sonraki yıllarda demokrasi hareketi Roma İmparatorluğu üzerinde etkili olarak, fikir alışverişi kurmak anlamında meclisler oluşturulmuştur. Roma da uygulanan devlet sistemi bu anlamda demokrasi hareketi olarak kabul edilebilir. Eski Hindistan döneminin devlet sistemi de ilkel demokrasi olarak bilinir.

Avrupa merkezli başlayan bu demokrasi hareketi İtalya ve İskandinav ülkelerinde de temsili olarak uygulanan devlet sistemi olmuştur. Tabi bu bölgelerde yine demokrasi daha çok erkek olanların ve vergi verenlerin elinde bulunuyordu.

Amerika kıtasının keşfinden sonra Avrupalılar bu kıtaya akın etmeye başladı. İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler burada toprak sahibi oldular. İngiltere burada 13 koloni kurdu. Günümüzde Boston, New York, Philadelphia ve Washington’un dahil olduğu bu 13 eyalet ABD’nin temelini oluşturdu. İngilizlerin kolonilerden çok ağır vergiler alması kolonilerin rahatsızlığını ve tepkisini gün geçtikçe arttırdı ve nihayetinde Amerika’daki 13 İngiliz kolonisinin bağımsızlık mücadelesi başladı. Bu mücadeleden Amerikalıların zaferle çıkmasının ardından 1783 Paris Antlaşmasıyla İngiltere ABD’nin bağımsızlığını kabul etti.George Washington tarafından 4 Temmuz 1776’da yayınlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikalılar bağımsızlığını ilan etmiş oldu, böylece Amerika Birleşik Devletleri 1787 yılında resmen kuruldu. 

Amerika Birleşik Devletlerinin kurulduğunu tüm dünyaya ilan eden bu bildiride; bütün insanların özgür doğduğu ve özgür yaşadığı, devletin görevinin bu özgürlükleri korumak olduğu belirtiliyordu. ayrıca Amerikan halkının yeni bir hükümet kuracağı, yönetim şeklinin ise demokrasi olacağı bildirildi.

XX. yüzyılda ise Osmanlı Devleti ve Avusturya – Macaristan İmparatorluğunun yıkılmasıyla demokratikleşme hareketi batı merkezinden doğuya doğru kaymıştır. Buralarda da demokrasi hak ve hürriyet arayışı olarak başlamıştır. Meclisler kurulmuştur. Kadınların yönetimde direk etkisi sağlanmaya çalışılmıştır.

devamı gelecek…

Taslak : Bir aptalın otobiyografisi


ÖNSÖZ

Büyük patlamadan bu yana tam 14 milyar yıl geçti. Yani dünyamız yaklaşık 14 milyar yaşında. Ben ise henüz 30 bile değilim. 

Dünya evren de ufacık bir damla,biz ise dünya da damla. Dünyayı anlayabilmek için okumadığımız  bir kitap, dinlemediğimiz bir insan, inanmadığımız bir din, kendimizi adamadığımız bir ideoloji, yapmadığımız bir savaş kalmadı. Ancak günümüzde insanların ekonomik durumları ne olursa olsun, yaşları, statüleri, cinsiyetleri ne olursa olsun vb.. yaratılış bilmecesine sağlam bir temel, nitelikli bir yaşam amacı, buna uygun bir kişilik geliştirebilmiş değiller. Bunu başarabilen çok az insan var.

Bazen oturup düşündüğüm zaman-ki oturmasam da düşünen bir insanım-dünya da bütün duyguların ciltlerce yazıldığına, çekilecek tüm filmlerin çekildiğine, yazılacak tüm senaryoların yazıldığına, tüm acıların-sevinçlerin bir şekilde tercümanlık eleğinden geçerek günümüze şiir, nesir, ağıt, deyiş, masal gibi farklı şekillerde ulaştığına kanaat getirdim. Hatta biz buna ulaşmak demeyelim de bir bütünün içinde yaşama sırası bize geldi diyelim. Yani iyilik için mücadele edenler varolduğu sürece,kötülük için mücadele edenler de daimi olacaktır. Barış için çırpınanlar oldukça ,savaşmaya aşık insanlar da var olacaktır. Bu böyledir. Kimileri düşerken kimileri kalkacaktır. Fiziğin kuralı gibi herşey, yaşam da bilimsel bir laboratuvar gibi nasılsa…

Bu hale nasıl geldim. bugün olduğum ben şu an bu pc karşısında oturan ben ne badireler atlattım da bu hale geldim acaba. bugünkü kararları veren ben, geçmişimde yaşadığım olaylardan aldığım derslere göre mi hareket ediyor, okuduğum kitaplardan öğrendiğime göre mi , yoksa vicdanına göre mi ? sanırım en baştan başlamalıyım.

GİRİŞ.

eskiler

1987 yılınında Kasım ayında doğduğumu söyledi teyzem, üstelik ekledi; Coşkundan tam 3 ay sonra. Yani 14 Kasım da. Bu arada Coşkun benim Teyzemin oğlu. Ona da yer vermeliyim sanırım.İlerleyen kısımlarda illa ki bahsi geçer diye umuyorum. Cismini merak edenler için yukarıda elimi suratına kapakladığım çocuk işte. O sıralarda babam istanbul a Van dan göç edeli 10 yıl olmuş daha. Çok varlıklı bir aile yaşantımızın olmadığını ilkokula başlayınca farkettim. Tabi ilkokula başlamadan önce Kürtçe den başka dillerle iletişim kurulduğundan da haberim yoktu. Yani anlayacağınız Türkçe yi ilkokulda öğrendim. Televizyondan duyduğum çat-pat türkçe ile elimden gelenin en iyisini yaptım ve bugün 30 yaşında Türkçe blog yazan bir insan oldum, tabi şimdilik o da çat-pat. Televizyon diyorum ama o da yol kenarındaki elektrik direğinden çekilmiş bir kablo ile kullanılan kaçak elektrik ile olunca sabahın köründe giden akşam karanlığında gelen bir televizyon. üstünde sadece açma kapama ve kanalların düğmeleri olan tüplü televiyon. bir kanalı değiştirmek için düğmenin birine basınca diğeri  kalkardı böylece izlemek istediğin kanal açılırdı. Okul 8 de başlardı ama her sabah ablamla heyecandan 5 te uyanır Jetgiller izlerdik elektrikler gitmesin diye totem bile yapardım. Gözlerimi kapatırdım enerji yaymaya çalışırdım. Ellermi sıkar bu sefer 6 da değil de 6.01 de gitsin elektrik derdim bari jetgiller bitseydi…ama hiç işe yaramazdı. Doğrusu Yol kenarındaki ışıkların aydınlattığı bir dünyada yaşadığımı ben nerden bilecektim. ah küçüklüğüm ah.

Babamı annemi ve amcamları anlatmalıyım sanırım. otobiyografi yazarken bu kurallara dikkat ediniz diyordu bir yerde okumuştum. Bende kurallara uyan birisi olmasam da bilmediğim bir yazı türü olduğu için ki gerçekten de birşeyleri anlatma özürlü olduğum için, bilmediğim şeylerin kurallarına daha kolay uyuyorum tabi öğrendikten sonra da yeni kurallar yazıyorum. sorunluyum yani kısaca. neden sorunlu bir kişilik olduğumu da ilerledikçe elbetteki anlayacaksınız. bu bilince bu ideolojiye bu dünya bakış açısına nasıl geldiğimi anlatmayı deneyeceğim çünkü. Ama bunu anlatırken babamı anlatmasam olmazdı.

2c4ad34f-2185-439c-9a47-526cffcf7945.jpeg

Babam Zemerhan EREN. çok güzel bir adamdır. Asabi dediğim dedik bir rol çizmesine rağmen otoriter duruşunun arkasında çok yufka bir yüreği vardır. Kendimden biliyorum, zor bir ruh hali imiş. ilkokula başlayana kadar çobanlık yapmış sonrasında erciş yatılı okuluna vermiş dedem. babam olmadan köyde dedem hayvanları otlatmakta ve diğer işlere koşmakta yetersiz kalınca 2.sınıf gelmeden bir akşam gizlice merkeze inmiş ve babamı okuldan kaçırmış. 2-3 yıl daha köyde çobanlık yaptıktan sonra 13 yaşında bir kaç akrabası ile Adana ya pamuk toplamaya göndermiş. Çalışıp eve para göndersin diye. Bugün olduğu gibi o yıllarda da yoksulluk hep en önce çocukları vurmuş. Adana da küçük yaşına rağmen sırtında pamuk çuvallarını istif ederek günlerini geçirmiş. Bir iki yıl çalıştıktan sonra akrabaları inşaatlarda çalışmak için istanbul a gitmeye karar vermişler, yaşının küçük olmasını öne sürerek babamı da kendileriyle götürmek yerine adana da yalnız başına bırakmışlar. bir hafta geceleri sokaklarda yatarak gündüzleri de sıcağın altında pamuk tarlalarında çalışmış ve kazandığı paranın neredeyse tamamını kendi babasına gönderdiği için sefalet çekmeye devam etmiş. Daha fazla para kazanmak ümidiyle tek başına istanbula gelmiş. Bİr süre inşaatlarda amelelik yaptıktan sonra, inşaatın her alanını az da olsa öğrenmiş. ama amelelik ile yetinmek istemeyince ilk aldığı duvar işinde ben ustayım demiş ve ekibini kurarak ustalık yapmaya başlamış. esasen çok fazla deneyimi olmamasına rağmen elini attığı her işten alnının akıyla çıkmayı başarmış. Sonrasında kazandığı paranın bir kısmını biriktirmiş ve küçük bir arsa almış istanbul Pendikte. 1975 li yıllarda istanbul a gelen dedem arsayı görünce bu arsa nedir böyle ”içine etsen bile kapanır” diyerek babamı rezil etmiş. çünkü köy arazileri gibi 10larca dönümlük alan bekliyor olsa gerek. velhasıl dedeme bir türlü yaranamamış. Sonrasında 3 erkek kardeşini de İstanbul a yanına alarak çalışmaya devam etmişler. içine etsen kapanacak arsaya bir gecekondu inşa etmişler. 3 oda 1 salon. her erkek kardeşe bir oda düşüyordu. Erkek kardeşler sırasıyla evleniyordu ancak ev alacak paraları olmadığı için her oda bir ev oluyordu artık. Evimiz ilçeye,köye,bakkala veya mahalleye uzak tek başına bir evdi.

Amcamın da çocukları oluyordu, ve benimde kardeşlerim. Bizim de çocukluğumuz tıpkı babam gibi inek sağmakla otlakmakla bahçe bellemekle geçiyordu. İlkokula başlayana kadar babam ve amcamlar bir çok farklı iş denemişlerdi. Kamyon ile su satmak, traktör ile yol sulamak, kaynakçılık, yolcu taşımacılığı, personel servisi çekmek vb.. Birlikten kuvvet doğmuş ve babamın öncülüğünde hatrı sayılır bir sermaye sahibi olmuşlar. herkesin bir dairesi işi e arabası olunca da ekonomik olarak birbirlerinden ayrılmışlar. herkes farklı işlerin peşine gitmiş ta ki bugünlere kadar. Şu sıralar onların çocukları yani bizler 30 lu yaşlarında ve kendi işlerimizi koşturuyoruz.

4-5 yaşlarında iken amcamlarım personel servisi işi bitince İveco marka 23 kişilik yarım otobüs dedikleri araçları evin önüne çekerlerdi. O zamanlar havalı kapılar bir müddet sonra itince açılabiliyordu. Bende her geldiğinde otobüs gizlice içine biner koltukların arkalarında bulunan cepleri ve kültablalarını merak eder birşey unutulmuş mu diye bakardım. İlk çiğnediğim sakız kültablasından çıkmış küllü çiğnenmiş bir sakızdır farzı misal. Gocunmam söylerim aklımdan geçen herşeyi, yine gocunmadım yazdım bu sefer.Şu anda bu bölümü Starbucks da Origin Latte içerek yazıyorum. Nerden nereye…

panaroma2

1994 te İlkokul a Kurna köyünde Kurnaköy ilkokulunda başladım. Evimiz Kurnaköy’e bağlıydı ancak köy merkezine 5km uzaklıktaydı. Hergün sabah kardeşlerim ve kuzenlerim ile beraber 5 km yürüyüp okula varırdık. Ve okul sonrasında amcalarımdan birisi bizi okuldan almaz ise eğer aynı yolu geri yürürdük. Okulumuzda 1nci , 2nci ve 3ncü sınıflar bir derslikte, 4üncü ve 5inci sınıflar ise bir derslikte eğitim görürdü. Sınıflarımız haliyle sobalıydı.

img019 Her cuma bayrak töreni için yukarda gördüğünüz alanda toplanırdık, istiklal marşından sonra dağılmazdık uygun adım köyün yüksek kısımlarına doğru çıkar, öğretmenlerimiz ve müdürümüzle beraber süpürge yapılan otlardan toplardık. Onları okulun bodrumuna istif ederdik ki , emine teyze pazartesi biz gelmeden sobayı yakabilsin ve sıcak bir sınıfta ders görebilelim. Bazen emine teyze sobayı tüttürürdü ve sınıf dumandan girilmez hale gelirdi. Sabah okula gelipte bu tablo ile karşılaşınca sevinçten havaya zıplardık çünkü soba tütmüş ve ders işlenmeyeceği için okul tatildi. Okulun bahçesi kocaman ağaçlar içinde bir piknik alanı gibi engebeli bir araziydi. yokuştan aşağı koşmak büyük cesaret isterdik, zira iyi bir fren sistemi olmayan çocuklar aşağıdaki duvara çarpabilirlerdi, tıpkı benim gibi.

resim_(3)

23 nisanlar hep heyecanlı geçerdi çünkü köy kahvesinin önünce şiirler okuyacak ve en önemlisi köyü bir baştan bir başa rap rap rap yürüyerek boy gösterecektik. yukardaki resimde şiir okuyan kızın arkasında dedemin kucağında kahverengi kazağıyla oturduğum zamanlar hep bunun hayalini kurardım.

321

17d9ea0f-feaa-4f11-a13e-fa46e46638d8.jpeg

4üncü sınıftan sonra köyümüze iş adamı İnan Kıraç annesinin adını yaşatmak için, hem ilkokul hem de ortaokul yaptı. O yıldan sonra eski okulumuza bir daha geri dönmedik, kaloriferli, tertemiz sıralı, bilgisayar laboratuvarı olan, tuvaletleri ayrı, top sahası ve yeşil alana sahip kocaman bir okula geçmiş olduk ; Semiha Kıraç ilköğretim okuluna. 4ncü sınıftan 8nci sınıfa kadar da bu güzel okulda öğrenim gördüm. Okulda en çok simit denilen bir oyun oynardık teneffüslerde, simit diye bağırır nefesimiz kesilinceye kadar başka birini ebelemeye çalışırdık. Nefesimiz kesilirse diğer oyun arkadaşlarımızdan bir güzel dayak yerdik. Spor sahasında futbol voleybol basketbol ve hentbol oynardık. Okulun alt katına da masa tenisi salonu yapmışlardı. O yıl yapılan turnuva da okul ikincisi olmuştum bu arada. Voleybol da ise takım kaptanı idim. Köy okulunda bu kadar çok imkan olmasıyla birlikte, güncel hayatı yeni öğretmenlerimizin yardımıyla yakalamaya başlamıştık. Çağın gerisinden başlayan ilkokul maceramız çağa yetişerek bitmişti.

Velhasıl gerçektende ruhu olan bir köyde büyüdüğüm için kendimi şanslı hissediyorum. Alalade bir ilçe veya bir kasaba da okumaktansa böyle eksiklikler içinde elimizdekinin kıymetini bilerek binbir zorluk içinde büyüdüğüm için gerçekten mutluyum.

7re.jpg

Evimize geri döneyim. Çünkü asıl hikayeler orada var. Oradan bolca hikaye anlatmalıyım ki geçmişin de bir değeri olsun. Mesela Traktörümüz vardı , arkasında 3 tonluk bir de tankeri. Yol kenarındaki ağaç sulama işini almışlardı babamlar. Bende dayıma yardım ederdim, haftasonu hortum tutar ağaçları sulardım, dayımda traktörü takviyeye takar ağır ağır ilerlerdi. bende peşine yavaş yavaş ağaçlara su vere vere peşi sıra devam ederdim. Hortumu tankerimn musluğuna lastik şamrel ile güzelce bağlar eğer şanslıysam hiç patlamadan o yolu bitirirdim. ara da bir eğer tanker su dolu değilse bana traktörü sürdürürdü, su almaya gittiğimiz kuyu ile yola kadar olan bölümde. Bütün dünyalar benim olurdu. Tanker dolu iken ise asla bindirmezdi beni dayım çünkü çok tehlikeli bir durum olabilirmiş. Nedenini şimdi anlıyorum. Hiç dolu ile boş bir olur mu , dimi ama. Dayım ailenin tek erkek çocuğu olmasına rağmen gözü pek cesaretli bir adam imiş. gençliğinde köyde ne kadar akranı varsa kafa tutar kendini hiç ezdirmermiş, bir keresinde köyün ortasında 15 kişiden dayak yemiş ama en az 10 kişiyi yerle bir etmiş. vel hasıl güveneceği kimsesi olmamasın rağmen cesaretli oluşu, kimseden medet ummadan kamyonlarda, taksilerde, traktörlerde evine ekmek götürmeye çalışması benim onu hep takdir etmemi sağlamıştır. Neyse sonrasında babamlar kamyon alınca artık okul sonrası dayımla bazen kamyon bazen traktöre gidiyor yolları ve ağaçları suluyordum. Sabiha gökçen havalimanı pisti daha yeni yapılmaya başlanmıştı ve çok fazla su ihtiyacı oluyordu. Devamlı oranın deposunu doldurmaya giderdik. Bir de bugün yenişehir dedikleri uydukent mahallesi vardı. Oradak sitelere henüz şebeke suyu bağlanmadığı için, sitelerdeki apartmanların altında bodrumlarında betondan yapılmış büyük depolar vardı. oralara su verirdik. derken ben ortaokul son sınıfa gelince bizimkiler küçük servis araçlarını satıp büyük bir otobüs aldılar. Ve böylece 6 yıl sürecek olan 500T muavinlik sürecim de başlamış oldu. Buraya devam edeceğim ama hikayemin bütünlük kazanması için sanırım bir kaç kahramanı betimlemem anlatmam lazım. Kahraman demişken aşağıdaki fotoğrafta dayım ve babam birlikte köyde anneanemin evinin bahçesindeler.Yıl 1995.

a50806bf-2ab6-4ca1-b345-921290e64e3f.jpeg

Dayım 1997 de askere gitmişti. bende 3.sınıfta idim. Abim ve ben dayıma hep mektup yazardık. Belki de o dönemin en büyük kanıtı en büyük anlamı bu mektuplarda gizlidir. O dönemdeki çocukların hayal dünyası ve cümle kurma yetenekleri bugünün çocuklarından çok farklı. Telefon ve internetin olmadığı o yıllarda mektuplaşmayı görmüş ve yaşamış olmak benim için bugün bile büyük bir mutluluk. Bir kaç mektubumu paylaşmak istiyorum.

78FD4B4D-7ABC-4D9E-9EAF-33EF9F7D2880b47f8b70-137f-4040-8812-db3f186e5a0c.jpeg

c41ef2cf-bd37-4ad0-b48e-a5cde722e3c9.jpeg

4258A44D-24A5-4167-B5FE-B072A5E51BFD

52D47757-81F3-490E-B28D-A005013B12EA

Sonrasında Babannem ve dedemden de bahsedeceğim. Çünkü bir amcam evlendikten 2 yıl sonra evden ayrılmış ve ayrı bir eve çıkmış. sonra onların boşalttığı salonun müdavimleri köyden temelli gelen dedem ve babaannem oldu. Şimdi sayalım kahramanlarımızı ve sırasıyla onları anlatayım. sonra da hikayeme kaldığım yerden devam edeyim. Annem, amcalarım, dedem, babannem, bir de annemin babasına da küçücük bir yer vereceğim. kaç etti ; yedi kişi.

Babaannem ve dedemi birlikte anlatabilirim sanırım. Çünkü huyları az çok benzerdi. İyi insanlardı ama yaşadıkları kültür den kaynaklı içlerinde geçmişten gelen bir acımasızlık ve zulüm barındırıyorlardı. Annem yeni gelin geldiğinde evdeki ilk gelin olduğu için büyük bir travma yaşamış. Çay babaannemin sandığında, şeker orda, kuruyemiş ne gelirse aklınıza herşey babaannemin sandığında kilitli. Ve misafirler gelince sayılıp ölçülüp gelinlere veriliyor. Asla fazlası verilmiyor ne olacaktı sanki zıkkım içsinlerdi gelinler ve çocuklar. Bahçe ekilir bir karpuz alsak amcamlar ve dedem eşek sudan gelinceye kadar bizi döver, üstelik kopardığımız karpuzu da kazlara tavuklara atarlardı yemeyelim diye. Yemek kurulur yemeye otururduk, bacaklarımızı çimirir sıkar bizi kalkmaya zorlarlardı biz de ağlayarak aç bir halde mecburen kalkardık. Zıkkım yiyecektik çünkü . Evde ancak misafir gelince tavuk pişerdi. Bize düşen tavuğun ayakları olurdu ama ne lezzetliydi. Özellikle tam ortasında oluşmuş o yumrunun tadı bambaşkaydı. bazen o bile düşmezdi bizim payımıza.Nerde çokluk orda yokluk dedikleri buymuş demek ki. görünürde kazanıyorlar, herşeyleri var ama insanlıktan nasip almamış bir 4 aileli minik evdi bizimki. Annem babamdan hep dayak yermiş ta ki  ben  doğana kadar. Babam yine annesinin ve babasının dolduruşuna gelmiş ve bir akşam sebepsiz yere yine annemi dövmüş, annem de gizlice kendini asmak istemiş. Boynuna ipi atmış tabureyi devirmiş, tam boğulacakken babam içeri girmiş ve zar zor kurtarmış. annem o haldeyken tek sorduğu şey ; neden olmuş. Herşeyi yapıyorum. Su taşıyorum. leğenler de elbiselerini yıkıyorum. Aç kalıyorum. bari dayak atma bana benim ne suçum günahım var. Babam oturup başını ellerinin arasına almış ve ağlamaya başlamış. Yaptığı hatanın farkında varmış olacak ki bir daha da annemi dövmemiş. Vel hasıl bizler amcalarımın çocukları ile oyunlar oynayarak, yaramazlık yaparak,çalışarak büyük, hiç komşumuz olmadığı içinde yaşadığımız herşey birebir van-dan alınıp önümüze servis edilmişti. Bir çok geceler elektriğimizde olmazdı. O geceler için ya mum yakardık yada içine gaz yağı doldurduğumuz gaz lambaları olurdu. onları yakardık. en modern aydınlanma eşyamız lüküs dediğimiz küçük piknik tüpüne bağlanan bir bez parçasının yanmasıyla aydınlatan birşeydi. Dedem elektrik olmayan zamanlar bizlere masal anlatır özellikle cin masallarını çok güzel anlatırdı. Evimizin yakınında babamın da zamanında çalıştığı çiftliğin uzun ahırları vardı. terkedilmiş bir yerdi burası. yazın evimizin çevresindeki tarlaları biçerdik, otları toplayıp çiftliğin harabe sayılabilecek kapalı alanlarına yığardık. Dedemin anlattığı çoğu hikaye bu samanlık misali harabe binaların arasında bir çok kez ağlayan kadınlar ve küçük bebekler in ona göründüğü ile alakalı idi. Yada köydeki değirmende geçerdi hikayeler. Un ve buğday torbalarının arasında cirit atan,seni gece kaçırıp düğününe götüren sonra geri getiren, yada sen uyurken elbiselerini giyen bir sürü cin türü duymuştum. Sanırım biraz daha dinleseydim Cin Uzmanı ünvanını alacaktım. dedem de becerikli bir adamdı. Çalışkandı bir sürü el eşyası vardı testere, pense tornavida, etrafta ne bulsa onunla yararlı birşeyler yapar veya saklardı bir gün lazım olur düşüncesiyle. babam dedemin bu huyu ile başa çıkabilmek için evimizin kenarına küçük bir garaj yapmıştı bütün el aletleri orada saklanırdı. Türkçe isimlerini şuan bile bilmediğim bir sürü alet vardı. Tırpandan, bel küreğine, boru anahtarından, budama aletlerine bir sürü şey. Tabi çöplüğü andıran bir sürü atıl eşya da vardı bir gün lazım olur diye biriktirilen ama hiç lazım olmayan şu eşyalardan. Son zamanlar babam da yaşlandıkça öyle davranmaya başladı, kendi sonumu görür gibiyim. Torbalar dolusu çöpü ordan oraya kendi çocuklarıma taşıttıracağım. Her yıl yerini değiştirip beğenmedim buraya taşıyın,beğenmedim üstüne çadır örtün ıslanmasın açıkta kalmasın,kimse çalmasın diyeceğim sanırım.

O minik evden sırayla ayrılmalar başlamış ilk önce büyük amcam bizim eve bir-iki km uzaklıkta küçük bir arsa alıp orada ev yapmış ve böylece 4 aileli evimizin aile nüfusu 15 kişiden 10 a düşmüştü , inanılmaz rahat edeceğiz derken dedem ve babaannem odaya nefes aldırmadan doldurmuşlardı. Ben ortaokul da okurken evde kalmış 3 erkek kardeş kendi arsalarını boş kalan alanına 4 katlı bir ev yapmaya başladılar. bir iki yılda bitmişti. orta son da ilk defa bir apartman katına yani 2. katta bir eve yerleşiyorduk. Tabi evimiz ultralüks döşenmişti. mutfakta dolap yoktu sadece mermerden tezgah vardı, oturma odasında yere halıfleks dediğimiz gri renkli kalın örtü ve onun üstüne de halıya benzer bir battaniye atmıştık. yere de uyuduğumuz döşekleri duvar diblerine yerleştirip sırtımıza da kalın minderler koyunca böyle bir manzarayı daha önce hiç görmemiştim. en azından sadece bize ait bir ev vardı. Çok mutluyduk kardeşlerimle. Bu arada benim salon olarak bildiğim alan aslında hol müş. yıllarca tek odayı ev belleyince bizim küçük evin ortasındaki alana biz salon derdik hep. ama öğrendim ki medeni insanlar oturdukları odaya televizyon izledikleri odaya salon diyormuş. Lise de öğrendiğim ilk bilgi bu olmuştu. Çok şaşırmıştım. Tabi diğerleri de bizim evde hiç giremediğimiz kurtarılmış bir alan olan misafir odasını hiç duymamışlardı. sadece misafir geldiğinde açılan içinde kimin yaşadığını bilmediğimiz. kokusu ve rengi başka bambaşka bir dünyaydı misafir odası. Bizim yaşadığımız ilk minik evin üstkatı da öyle bir yerdi. Hep kilitli hep uzaktı. yukarda da hiç bahsi geçmedi zaten. çünkü yok gibiydi. Bazen misafirler gelirdi evimize dedemle sohbet etmek başvurmak için, onlar yatıya kalırlardı. ve yukardaki odada kalırlardı. Bazen de mevsimlik işçiler gelirdi Vandan inşaatlarda vb. çalışıp 2-3 ay sonra dönerlerdi. Hep yukarda kalırlardı. Bizim yukarı çıkmaya iznimiz yoktu. Ama bir sürü insan yukarıda yatıp kalkıyordu. Hizmetlerini annem ve diğer yengelerim görüyordu. Elbiselerini onlar yıkıyor, söküklerini onlar dikiyordu. Ama ben hiç birini tanımıyordum. Çok sonraları anladım ki istanbul a o dönem göç etmiş kimse olmadığı için insanlar babamın açtığı bu evde bir nevi kamp alanı gibi haftada ayda bir kere gelip duşunu alıp elbisesini yıkatıp tekrar inşaatlara dönüp çalışıyorlarmış. Annemin ne kadar emektar olduğunu yaşım ilerledikçe daha iyi anlıyordum. Gariban anam. Çekmediği eziyet hakaret kalmamış, itilip kakılmış bu evde ama hizmetini saygısını hiç esirgememiş ne büyük bir sabır örneği karşımda öylece duruyor. Bizim saçlarımızı kendi traş ederdi, elle basmalı kesme makinasıyla. Bizi leğende elleriyle yıkardı, bir keresinde sel basmıştı ve sırtında taşımıştı ıslanmayalım diye kuru alana çıkarmıştı. Güzel bir kadındı vesselam. öyle ki amcamlar ilk evlendiği  zaman odasındaki çeyize gizlice girip bardaklarını her gün tek tek kırarlarmış. Benim bugün dahi hala mantığını anlayamadığım bir düşmanlık güdüyorlarmış anneme. ama bizi amcamlarla yada dedemle hiç karşı karşıya getirmemişti annem. hep iyilik güzellik telkin etmiş. sabır dilemişti bize. hatta bazen kızmış ”kesinlikle amcalarınıza cevap vermeyin, sert çıkmayın saygısızlık etmeyin” demiştir. Benim bile gereksiz gördüğüm bir sabır metodu vesselam. ama sınırları zorlamanın ne demek olduğunu örneklerle anlatırken güzel bir anektod olmuştu ilerleyen zamanlarda, yaşama anlama çabasında olan ben için. Aşağıdaki fotoğraf : Babam ve annem ile ablam elif,küçük kardeşim emre ve onu öpen diğer küçük kardeşim ibrahim. yıl 1993 veya 94.

11F948C3-3AD8-4735-AA5D-250E3A9A6E22

Biraz da amcamlardan bahsedeyim, sanki babamdan ve annemden bahsetmeyi bitirmişim gibi birde amcamlardan bahsedeyim. hakkaten coşkundan da bahsetmedim henüz. Şimdi bunları düşündükçe sayfalarca hikayeler yazmanın çok da zor olmadığını kavramaya başladım. Gerçekten de insanın yaşanmışlığı hayal gücü ile birleşince yaz yaz bitiremezsin vesselam. Ben henüz o kadar profesyonel olmadığım için yanıla yanıla yazıyorum haliyle. Gittiği yere kadar. Eşref, İsmail, Ekrem… İşte amcalarımın isimleri. Eşref amcam ile çok fazla münasebetimiz olmadı çünkü ben 3-4 yaşlarında iken evden ayrılmış kendine yeni bir hayat kurmuştu. Ama ismail ve ekrem kardeşler… Onlarla ömrümün en çetrefilli dönemlerini geçirdim diyebilirim. Muavinlik yaptığım 6-7 yıl boyunca ikisiyle bil fiil çalışmak zorunda kaldım. onlar şoför ben muavin yaşım henüz 12-13 ama bana ettikleri, anneme ettikleri hakaretler hiç aklımdan gitmez. Ne gerek vardı. Nedendi bilmiyorum. ama bu hayatı anlamaktan çok anlayışla karşılamam gerektiğini anlayacak yaşa ve bilince geldiğim için şükrediyorum, yoksa bu minik insanların yaptıkları her şeyi anlamlandırmak ve bir sonuca bağlamak benim gerçek dünyayı görmemi epey geciktirir, büyük ihtimalle de kısa zamanda dertten stresten öldürürdü. Vel hasıl-ı kelam otobüs muavinlik yıllarımı anlatmaya başlayacağım yere daha kararlaştırmamıştım ama belli ki amcalarımı otobüs yıllarıyla anlatabileceğim, yani doğal bir girizgah oldu. ismail amcam kısa boylu ama gözü pek bir adamdı, ekrem amcam ise tam tersi biraz daha sakin ve takipçi olmayı tercih ederdi. İsmail amcam otobüs yolculukları boyunca sol yanında sopasını eksik etmezdi. her hangi bir tartışma da ilk muhatap olduğu şey ona en yakın olan şeydi yani sopasıydı. sopası bir yana dünyası bir yanaydı. Ben ne zaman onunla çalışsam hep tedirgin bir şekilde tuzla – topkapı arası yol giderdim. Yolculara dikkat eder yola dikkat ederdim ki bir terslik çıkmasın gereksiz yere sopamız yerinden çıkmasın. İdare etmeyi de oradan mı öğrendim acaba, kafamı böyle bir sağa sola salladım şimdi dudaklarımı büzdüm, allah allah dedim. Neyse elbet bende anlarım ilerledikçe.

IMG_6066Anneme sıra geldi sanırım. Annem istanbul da doğmuş büyümüş, ama aslen malatyalı. Babası Turan dedem, biz daha küçükken vefat etmiş ben 4-5 yaşlarında iken. Sonrasında ben dede diye her zaman dedemin kardeşi osman dedemi bildim. Turan dedem de çok iyi bir insandı. biz hastalanınca hep gelirdi şeker verir gönlümüzü alırdı neşelenmemizi isterdi. Güler yüzlü bir insandı hatırladığım kadarıyla. Ruhu şad olsun. Annem iyi bir terbiye ile büyümüştü, anneannem sert ve disiplinli bir kadındı. Onu da hep dedemin anneme küfürlerinden tanıdım. çok sık gidip gelmezdi bizim eve. Dedem babannem sevmezdi onu çünkü çok konuşur ve kimseden lafını esirgemezdi. Neden bu varlık içinde yokluğu yaşatıyorsunuz, gereksiz yere kızıma zulmediyorsunuz derdi çünkü. Aşağıdaki fotoğrafta soldan sağa Osman dedem , Turan dedem ve bir adet besili kurbanlık.osman gelengeç ve turan gelengeç

tabi ortaokulu 2.ncilikle bitirdiğimi söylemeden edemeyeceğim. Ben 4.cü sınıfa geçerken köyümüze bir işadamı annesinin adına ilkokul ve ortaokul yaptırmıştı. Kurnaköyü ilokulu artık semiha kıraç ilköğretim okuluydu. Onun sayesinde 4.cü sınıftan sonrasını çok güzel bir okulda okudum. 6. sınıfta da okulumuzu temsilen bilgi yarışmasına katıldım. Tabi bölgede sondan 4üncü olmuştuk sanırım. ama bunun da bir hikayesi vardı. Çünkü bilgi yarışmasına 3 kişi katılmıştık ve bunlardan birisi sevdiğim kız idi. Diğeri ise Alaattin.  bana pek yüz vermemişti, filizlenen aşkımız başak veremeden bitmişti, o yılların aşklarını bilirsiniz. öyle böyle değildi işte,anlayın beni. biz birbirmize kızgın olduğumuz için bilgi yarışmasında alaattin i ortaya oturtmuştuk. Garibim alaattin de o zehir gibi kafayla yazıcımız olmuştu. Edebiyat ve matematik soruları kolay geçmişti geometri ve fen sorularına gelince bir soru da çözüm için iki gidiş yolu vardı. Ben birinci yoldan gitmeyi kız arkadaşım ise ikinci yoldan gitmeyi teklif etmişti. bende o da inat etmiş bir türlü alaattine soruyu çözdürmemiştik. işte hal böyle olunca koca okulu sondan 4.ncü yapıp köye geri dönmüştük. gerçek meseleyi müdürümüz bugün yaşasaydı anlatmak isterdim, kusura bakma demek isterdim, istemeden oldu. Allah ona da rahmet eylesin. bizi döverdi sertti ama iyi bir insandı. Ali erden.

orta okulda eski püskü bir bilgisayar almış babam ama kooperatife. Bugün kü sabiha gökçen havalimanı kooperatif inin kurucu üyelerinden birisi babam. Bende bazen ofise gidiyor ve üyelerin borçlarıyla alakalı bir excel listesi yazıyorum. Arada da çaktırmadan oyun oynadığım için işime de gelmiyor değil. yardımsever iş adamı köye okul yapınca bir sürü bilgisayar da almış ve ortaokul da office programlarını öğrenmiştik. bir nevi alıştırma oluyordu benim içinde kooperatifte yaptığım işler. Kooperatif müdürü emekli bir subaydı ve çok disiplinliydi. Bugün kü düzen ve disiplin anlayışımın temelini ise ondan aldığımı söyleyebilirim. Bilgisayara geçince ben hemen yanıma oturur yapılması gerekenleri bana söylerdi. Bende tablo oluşturur, biçimlendirme yapar, bir çok özellik katar güzel bir liste hazırladım. O da her yaptığım hareketi madde madde kurşun kalemiyle ajandasına kaydederdi. Örneğin tablo biçimlendirme yapacaksak hemen başlığını atardı. Şu sekmeye bas, bunun için bu sekmeye gel şuna tıkla diye detaylı bir şekilde yazardı. Çünkü onun döneminde bilgisayar hemen hemen hiç kullanılmadığı için öğrenenmişti ama bu yaşına gelmesine rağmen aramızda belki 60 yaş olmasına rapmen ağzımdan çıkanları harfiyen yazıyordu. Öğrenmenin yaşı yok’un canlı kanıtı gibiydi. işte listeler vb bitince benim oyun oynamama müsade ederlerdi arada da harçlık verirlerdi 1-2 tl.  Age Of Empires 1 oynuyordum. strateji oyunuydu. Tüm günümü aldığı zamanlar olmuştur. Sonraki yıllarda yavaş yavaş oyuna ve teknolojiye olan merakım azalacak, daha çok kendini sorgulama, felsefe, sosyoloji, psikoloji, din ve tarih konularına ilgi duymaya başlayacaktım…

Lise yıllarına geçsem mi , diye düşünüyorken yaşanmış onca şeyden atlamış olabileceğim kayda değer birşey var mı diye aklımdan şöyle bir geçireyim, bilmiyorum. Orta 2 de kış günü öğretmeni mi görmek için uzun bir otobüs yolcuğu yapıp gece yarısı parasız zar zor eve döndüğümü,  evimize yakın yol kenarında mandalina satan adamdan 5 kilo mandalina alıp 5 TL tutan parasını ödemediğimi, Köydeki insanların çoğunu bahçesinden erik çaldığımı, gül kopardığımı, ve yaptığım daha bir çok hatayı da anlatmak isterim. evet küçüktüm 10 yaşlarındaydım ama aklım başımdaydı. Pişmanlık denebilecek hareketlerdi, evet 3-5 TL lik zararlardı ama beni bugün kü ben yapan bir yaşanmışlıklar dizisiydi hepsi. iki yüzlü olamam. çünkü takdir görmek için değil, anlaşılmak için yaşadığımı bilmenizi isterim.. Ne olduğumu çok iyi biliyorum. Birinin hatırlatmasına gerek duymayacağım kadar çok anım var. Benim gözlerimden hayata ve yaşama bir nebze olsun bakıp, kendi hayatınıza renk katsanız yeter bana. Sanırım mandalina meselesini anlatacağım. içime dert oldu vesselam.

bir bayram günü bir sürü misafir doldurmuş evi, 11-12 yaşlarındayım. üç kilo mandalina 5 tl idi. Evimizin üstündeki yolun köşesinde her yaz 3 ay boyunca mandalinacı abi gelir mandalina satardı. Artık tanışıyorduk. Yine annem misafir gelince bana 5 TL vermişti ve beni mandalina almaya göndermişti. Bende Pendik merkeze inmiş internet cafe ve atari oynamış parayı bir güzel yemiştim. Tabi dönünce de elimde hiç para kalmamıştı. Mandalinacı ya gidip abi bana 3 kilo mandalina ver ben yarın paranı vereceğim dedim. Tabi adamcağız güvendiği için hemen 3 kilo verdi. bende eve götürdüm geç kaldığım için azar yedim ama pendikte eğlendiğime değmişti doğrusu. Ertesi gün tabi 5 tl bulamıyorum okul sonrası eve geliyorum sonra tekrar okula gidiyorum ama hiç 5 tl em olmuyor. Mandalina cının önünden geçmeye utanıyorum. ha bugün bulurum ha yarın derken bütün bir yaz geçmiş ve mandalinacı da artık gelecek sezon gelmek üzere kamyonetini toplamış ve oradan ayrılmıştı. Bende artık rahat edeceğimi düşünmüştüm sonuçta gelecek yaza kadar illaki 5 tl bulurdum. sonra kış çabucak geçti ve ben 5 tl yi bir şekilde çalıştığım zamanlarda toplamıştım. Yaz gelipte havalar ısınınca ilk aklıma gelen mandalinacıydı. Borcumu ödeyecek kusura bakma unutmuşum diyecektim. o da beni pekala anlayacaktı. insandı sonuçta ne olabilirdi ki ?. Bütün bu senaryoları kafamda hazır etmiştim hatta kızarsa yada hatırlamazsa bile neler söyleyeceğimi hesap etmiştim. yol kenarları şenlenmeye başlamıştı. önce kirazcı geldi. sonra armutçu. En son gelen karpuzcu bile gelmişti. Ama mandalinacı yoktu. Hayda dedim heralde biraz geç gelecek bu sene. Ben bütün yaz gelmesini bekledim ama gelmedi . olsundu gelecek yaz nasılsa gelirdi çünkü bu yaz bir aksilik çıkmıştır. insandı sonuçta ne olabilirdi ki? Gelecek sene de aynı şekilde cebimde 5 tl ile bekledim ama yine gelmedi. aradan 15 sene geçti. hala bekliyorum. cebimde 5 tl bazen oluyor bazen olmuyor. Bu adamın hakkını nasıl ulaştırabilirim diye düşünüp bekliyorum.  Umarım bir yere onun niyetine iyi bir yardım veya bağış yaparak bu açığı kapatabilirim.

Lise ye 2002 yılında Kartal Lisesi’nde başladım. O yıllarda Süper Lise veya Yabancı Dil Ağırlıklı Lise olarak geçiyordu. İngilizce derslerinin yoğun olarak alındığı ve ilk yıl hazırlık sınıfı okunan türden bir lise işte. lise dönemi 2002-2006 yıllarını dış dünya, özel hayat, aile yaşantısı ve nihayetinde iç dünyam olarak betimlemeye çalışacağım. Çünkü dananın kuyruğu ilk lise de kopuyordu. İkinci kuyruk ise üniversite 2. sınıfta kopacak ve bugün ki ben asıl şeklini alacaktı. tam şeklim oturmuş derken iş hayatına atıldığım kariyerimde tavan yaptığım sıralarda 2015 lerde düşünsel bir darbe daha yiyecek ve bir çok hedefimi yarıda kesecektim. Nerden nereye işte… Bu cümleyi sık sık kullacağım…

Lise yıllarım olağan geçti diyebilirim sanırım. Geçmişi net olarak hatırlamak benim için hep zor olmuştur. Anılarımı olayları tam manasıyla aktaramadığım için yarım yamalak da olsa birşeyler yazarak geçiştireceğim. sonrasında eskiz mahiyetinde düzeltmeler yapmaya çalışacağım.

Kartal Lisesi 5 katlı yaklaşık 50 yıldır olduğu yerde duruyordu. İlk öncelerde Pendik Lisesine bağlı olarak eğitim vermiş,sonraki yıllarda bağımsızlaşarak o gün ki halini almıştı. Bugünlerde (2018) ismi yeniden değiştirilmiş Fatma Aliye Meslek Lisesi olmuştu.Hazırlık sınıfı lise 1 lise 2 . sınıf yıllarımı neredeyse hatırlamıyorum.

Lise yıllarına ait bir kaç anımı öğretmenlerimi, dostlarımı, dostlarımın bendeki yerini, benim dostlarımda ki yerimi anlattıkça laf lafı açar diye düşünüyorum. Uzun süredir yazmaya devam etmiyorum çünkü, bugünlerde (Mart 2020) Çin’de başlayıp tüm dünyaya yayılan bir virüsün daha fazla yayılmaması için insanların evlerinden mecbur kalmadıkça çıkmadığı günlerde yazıyorum. Şaka gibi değil mi 🙂 ama ne yazık ki dünyaya verdiğimiz zarar yavaş yavaş insanoğlundan çıkıyor sanırım. adına Corona virüs dediler, bira ismi 🙂

Biz anılarımızda kaybolalım da en azından bu kötü günlerden uzaklaşmış ve istediğimiz şekliyle bu hikayeyi sonlandırabilmiş olalım.

(Temmuz 2023 bu kadar uzun sürmemeli ve bu kadar ara verilmemeli bir yazıya evet 🙂 ) Lise özelinde paylaşacak çok fazla anım yok , ancak şu dört şeyi anlatabilirim özet mahiyetinde. İngilizce öğrendiğim hazırlık sınıfı, lise adına turnuvaya katıldığım masa tenisi yarışması, 10 yıla yakın birlikte olacağım ilk sevgili ve 40 kişilik sınıfta sadece 6 erkek oluşumuz. Belki diğer 5 erkeğe sorsak eminim daha eğlenceli bir lise hayatımız vardır ama her zaman söylemişimdir, detay anlatmakta hiç iyi değilim. ya sorunca cevap veririm, yada havamdaysam detay veririm. Çoğu şeyi izler gibi yaşarım öyle saçma sapan bir karakter olup çıktım. Lise de de farklı değildim aslında.

2002-2006 yılları arasında ömrüm hafta içi 132E Kurna köyü-Kartal İett otobüsünde liseye gidip gelme ile, haftasonları ise 500T Tuzla-Topkapı otobüs muavinliğinde çalışmakla geçti. üniversiteyi kazandığım 2008 yılına kadar da muavinlik maceram bilfiil devam etti. İngilizce ağırlıklı olduğu için lise boyunca her sene ingilizce ders saati fazlaydı. Listening, speaking, writing derken epey bir yol katetmiştim. kürtçe nin yanında bir dil daha öğrenmek türkçe ile beraber 3 dil bilmek bence gayet avantajdı 🙂 derken okul önünde ilk sıra olduğumuzda tanıştığım babasını da yakın zaman önce kaybetmiş vakur bakışlı ağır başlı bir kız ile yollarımız kesişti.

Lise boyunca sıralarımız hep önlü arkalı olmuştu bir çok görüşme teklifime de red vermişti ancak yine de ısrarla görüşmek için fırsat kolluyordum. CD ler MP3 ler hazırlıyor hediye ediyordum özellikle onun sevdiği şarkıları ve sanatçıları sorup bana liste yapmasını istiyordum. bende internet cafelerden müzik arşivlerinden zar zor bularak CD yapıp armağan ediyordum dinlesin diye. cep telefonlarımız olmadığı için lise son sınıfta sadece iletişim konusunda ilerleme kaydetmiştik. o zamana kadar ikimizde sadece yakın iki arkadaş gibiydik. Bende ki değeri arkadaşlıktan ziyade beni hayatı sorgulamaya okumaya araştırmaya benliğimi bulmaya götüren en büyük sebebin kendisi olmasıydı. Belki o da bu değerin farkında değildi ancak lise 2. sınıftan lise bitimine kadar sürecek 2 yıllık yoğun araştırma sorgulama evrelerimin mimarı bu ilişkidir.

gel gelelim beni lise yıllarında sorgulamaya iten anıma. lise 1. bittikten sonra bölüm seçmek gerekiyordu sayısal dersleri iyi olanlar sözel dersleri iyi olanlar vb puanlarına göre farklı bölümlere yerleştiler. en sevdiğim arkadaşlarım ve özellikle malum kız arkadaşım eşit ağırlık bölüme geçmişlerdi. ben ise sayısal puanım iyi olduğu için fen sınıfına düşmüştüm. bunun üzerine hemen müdür yardımcısı ile görüşmeye giderek eşit ağırlık bölümüne kaydımı almak istedim. Müdür yardımcısının oğlum sen aptal mısın herkes sayısal da olmak ister sen eşit ağırlığa geçmeye .çalışıyorsun sitemlerine rağmen inat edip arkadaşlarıma ve kız arkadaşıma kavuşmuştum 🙂 ve günlerden bir gün sevdiğim kızın alevi olduğunu duydum bir arkadaşımdan. Yok artık dedim, daha neler öyle olsaydı söylerdi dedim. neden bu kadar önemliydi benim için o yıllarda bilmiyorum Çünkü aleviliği yetiştiğim sünni çevrede öğrenmiş ve hiç hoş karşılanmadığını, kız alıp verilmediği, yemeklerinin yenilmediği vb onlarca olumsuz düşünce ile kodlanmıştım. daha çok gençtim, hayatı tanımıyordum. Kürtlüğü, aleviliği veya diğer inanç ve kimlikleri idrak edemiyordum. tek tip bir yaşamımız vardı. alevilik konusunda çok sinirlenmiştim, kız arkadaşım nasıl olurda bu kadar hayati bir bilgiyi benimle paylaşmazdı. Teneffüs zili çalıpta herkes sıralarına dönünce ben kız arkadaşımın yanına geçtim. ketum ve gaddar bir ses tonuyla birşey soracağım ama bana doğru cevap ver dedim. Sor dedi. Sen alevi misin dedim ? şöyle biraz durdu düşündü benim ne kadar cahil ve ahmak olduğumu anlamış olacak ki, bunu daha sonra konuşsak olur mu dedi, bende kendimi hazırlamıştm halbuki, o evet diyecekti bende seni yalancı deyip oracıkta hiç başlamamış ilişkimizi sonlandıracaktım. ama o sonra konuşalım demişti. öyle değince tüm hevesim kursağımda kaldı. sadece ona peki dedim ve sırama geçtim. ama içim içimi yiyordu. neden söylemedi vb düşünceler kafamdan hiç çıkmıyordu.

Bir hafta geçmiş olmasına rağmen onun benimle konuşacağı yok gibiydi. bence beklemekten sıkıldım ve merak ettiğim bu konuyu kendimce araştırma gereği duydum. Tabii o zamanlar google amca yok, facebook, twitter, instagram yok. bilgi araştırmalarını kütüphanelerde yapmak ansiklopedileri karıştırmak gerekiyor. hemen okul çıkışı soluğu pendikte şu anda spotçular çarşısı olan yerde bulunan bir sahafta aldım

Bil Kendini ; Yalnızlık Bağımsızlıktır


21317541_119947178742250_7036671961568208555_n.jpgilginçtir Google da ”yalnız kalma” yazdığımız da en çok aratılan cümle ; ”yalnız kalmak istemiyorum”, hiç şaşırmadım 🙂 Korkmayın yahu, korkmayın artık. Azıcık yalnızlığın kimseye bir zararı olmaz.

Sadece bilmek zorunda kalanların bildiği çetin bir duraktır : Yalnızlık durağı. Ben miydim bu şeyleri bana yaptıran yoksa yalnızlığım mıydı ? diye düşündüğünüz yerde 1900lü model bir otobüsten indiğiniz, terkedilmiş köhne bir limandır yalnızlık durağı. Birine, birşeye, takdir görmeye, sevilmeye, sevmeye düşman olduğunuz savaş alanıdır yalnızlık durağı. Başarabilirim dediğiniz her seferde başarısızlığa mahkum olduğunuz F tipi bir mapushanedir yalnızlık durağı. iklimler değişirken, insanın eti, iç organları ve saç rengi değişirken , bakışlarıyla beraber değişmeyen ikinci yeridir ; yalnızlık durağı.

Mesela yalnız kalmadıkça istanbul ‘u dinleyemezsin bir orhan veli gibi, hafiften esen rüzgarı, sucuların çıngıraklarını, ayakları suya değen kadını, kuşların çırpınışlarını ve kaldırımdan geçen yosmanın düşürdüğü gülü göremezsin. Kalbinin atışlarını hele, ter kokusunu, güneşin batışını, vapurlara çarpan dalgaları, kimi ne kadar sevdiğini veyahut sevmediğini bilemezsin. Yalnız kalmak öze yapılan yolculuktur, hobi değildir, fobi hiç değildir.Birilerine kızgınlığının göstergesi, ilgi toplama aracı, cool olma çabası da değildir. Arada sırada yapılan ‘kalabalık diyeti’de değildir. Yalnızlık hayatın ‘bir’ parçası olduğunu anlamak, yaşam zincirinde ‘bir’ halka olduğunu bilmektir. Suda balık, gökyüzünde kuş, toprakta solucan, yerde insan olabilmektir.

Derin bir nefes almak gerek üstadım. şöyle içinize doğru bilmem kaç feet derin……